Cevâb: Kürtaj, şartlar yerine geldiği taktirde câiz, aksi hallerde haram olur.
Bu şartlar;
Çocuğun doğumu sebebiyle anne hayatının tehlikede olması,
Çocuğun tecâvüz ile hasıl olması,
Doğduğunda azgın kâfirler içinde kalma tehlikesi …
Geçim darlığı özür değildir.
40 günü geçmiş bir çocuğu aldırmak caiz değildir. Zirâ “Nefs” ile “Ruh” farklı şeylerdir. Hadis-i şerifte;
“Sizden birinizin yaratılışı annesinin karnında 40 günde toplanır. Sonra onda bunun gibi ‘alaka’ olur.¨ Sonra yine bunun gibi ‘mudğa’ olur. Sonra ona melek gönderilir ve kendisine ruh üflenir.…” buyuruluyor. (Müslîm)
Çocuk anne karnına düştüğü andan i’tibaren canlıdır ve inkişâf halindedir. Ruh verilmeden evvel 40 güne kadar büyümeğe devam eden ise nefs’tir. Yâni çocuk anne karnına düştüğü andan i’tibaren canlı hükmündedir. Varlığın bidayetindedir. Hasılı bunu bozmak ve imhâ etmek cinayettir.
Ebûbekir Sifil’in “Dâru’l-Harp & Dâru’l-İslâm ve Fā’izli Muâmeleler ile Alâkalı Sözlerinin Cerhi
Ebûbekir Sifil`in, 8 Nisan 2023 tarihli “Kırmızı Masa” isimli AKİT TV yayınında [1] dâru’l-harbde fâiz mes’elesi & Türkiye’yi İslâm ülkesi görebilir miyiz? suâline binâen verdiği cevâp’da diyor ki;
“Hilâfetten önceki dönemlerde dâru’l-İslâm dâru’l-harb kavram/mefhûmları daha doğrusu dâru’l-harb dâru’l-küfür kavramları dâru’l-islâm esâs alınarak yapılmış. Mesela söyle bir tarîf var; “dâru’l-harb, islâma sınırı olmayan küfür ülkesi veya dâru’l islâma sınırı olan (küfür) ülkesi.” Ama şu anda dâru’l-islâm diyebileceğimiz fıkıh kitaplarındaki formata yüzde yüz oturan bir sistem yok. Dolayısıyla dâru’l-harb dâru’l-küfür kavramları/mefhumlar günümüz Türkiyesine yüzde yüz uyarlanamaz.” Demektedir.!
Fi’l-hakîka, başta bu mes’elenin füru’suna dâir en büyük literatür menba’ Hanefî asârı olmak üzere sâir Şafiî, Mâliki ve Hanbelî hakk mezheplerin tamâmı; “Şeriât-ı Muhammediyye bir belde de kanûn olarak tatbik edilmiyorsa dâru’l-harb, buna kıyâsen islâm hukûkunun câri olduğu beldeye de dâru’l-islâm demek ile dünyayı bu şekilde 2 ye tefrîk eylemişlerdir. [2] Dolayısıyla bu târif, ilk menba’ dan günümüze ınkıtâsız şekilde işlenmiş, tatbîk edilmiş, her zamân ve mekânı içine alan insicâmlı bir hüküm verilmek ile fıkhı her beldeye uyarlanmış, buna rağmen Sifil’e göre hâlâ bu mefhumlar nasıl oluyorsa oturmamıştır!
Eğer Sifil burada, bu mefhûmların yerine oturması için “illâ bir Dârul-islam olması esâsı” şeklinde 1 şart arıyor ise bu bâtıldır. Bunu demek ile, ya bu mes’eleden hiç bir şey anlamamış yâhud kat’i surette kasden bu mefhumların içini boşaltmak kasdı ile tahrîf ediyor demektir.! Çünki İslâmın câri olması hükmüne nispetle herhangi bir ülke için dâru’l-islâm mefhûmu, hiç bir yerde câri olmamasına nispetle dünya için dahi Dâru’l harb mefhûmu kullanılabilir.
Zirâ, 4 mezheb indinde istisnâsız ve üzerinde münâkaşa olmaksızın Mekke devri için fukaha (Şer’i ahkâmın câri olmadığına bakarak) dâru’l-harb hükmünü vermiş [3] bu hükmü verir iken sınırı olan yâ hud olmayan bir dâru’l-islâm devleti aramamışlardır!
Mes’eleyi bilen için aranması gereken dâru’l-bagy, dâru’s-sulh gibi tâbirlerdir ki; bu mefhumların varlığı daru’l-islâma râci’dir. Hülâsa, bir memleketin Şer’i statüsü, o belde de şeriât-ı Muhammediyyenin tatbîk olunup olunmaması ile doğrudan alakalıdır!
Ebubekir Sifil Devamla;
“Bu günün Türkiye’sine ne dâru’l-harb ne dâru’l-islam diyebilirsiniz. Bu ülkede müslümanlar emniyyet içinde yaşıyor bu dâru’l-islâmın bir özelliğidir doğrudur. Müslümânların can, mal, akıl, nesîl, dîn emniyeti var mı ? Var. Dârul-islâm bunu sağlar.”
Hazret, “ne dâru’l-harb ne dâru’l-islamdır” kavlinin devamında buna tamm tezât teşkil edercesine “emân/emniyyet var” sözü ile kat’i olarak bu memleket daru’l-islâm demektedir. Halbuki emân, ehl-i şeriât lisânında can emniyyeti (kısâs) ve mal emniyeti (hadd-i Sirkat) olarak kâmil manâda bir dâru’l islâm devletine nispet edilir. Sifil’in devâmında bahsettiği can, mal, akıl, nesil ve dîn emniyyeti ise emân olan memâlikteki şer’i maksatlardır.
Zirâ İmam-ı Gazzâlî -Rahmetullâhi Aleyh- usul-ü fıkha dair yazdığı “el-Mustasfa” nam şaheserinde emân mefhumunu izah eder iken;
“Şeriatın halk için koyduğu kanunlardan maksadı: Canlarını, mallarını, akıllarını, nesîllerini ve dînlerini muhâfaza etmek.” diyerek bunu 5 esâs olarak beyân buyurmuştur. [4]
Can emniyyetinden maksad, islâm devletindeki bir kişinin katledildiğinde, öldürenin öldürülmesi (kısâs) şeklinde tatbîk edilmesi, mal emniyyetinden maksad, hırsızın kolunun kesilmesi (hadd-i sirkat), akıl emniyyetinden maksad, içki içilen sarhoş edici maddelerin yasaklanması, içenin veya temin edenin cezalandırılması, nesil emniyyetinden maksat, temiz nesil için zinâ’nın aşikare işlendiği yerlerin ve ona giden yolların ber-taraf edilmesi, dîn emniyyetinden kasdedilen ise, bid’at ehlinin î’tikadî ta’arruzlarına karşı ehl-i sünnet vel-cemâ’ate mensûb ehl-i islâmın devlet eli ile muhâfaza olunmasından ibarettir.
Sifil‘in kasd ettiği mana, sair avâmın hocalarının ettiği lakırdıların tekrarı olsa gerekir. Onlar “askerin, polisin var olması, ezânların okunması, rahatlıkla ferdî ibâdetleri yapıyor, camilere gidiliyor, cum’a kılınıyor olması, can ve mal emânı olduğunu gösterir” demişlerdir. Halbu ki “eman” târifi üstte İslâm hukûku mütehassıslarından nakl ettiğim şekilde olmak ile kendisinin kasd ettiği mana tamamen batıldır.
Moderatörün “Bunlar İngilterede de var ama!” Demesine karşın Sifil devamla;
“Dâru’l islâm için bunlar yetiyor mu ? Yetmiyor. İşte islâmî ahkâmında icrâsı dârul islâm şartı, öyle bakdığımızda bir kısım eksiklikler var. Peki bunlar (islâm ahkâmı) yok diye Türkiye Dâru’l harb midir ? Hayır.”
Hazret, hem Şer’i maksadların bu memlekette tamâm olduğunu söyledikten sonra yine kensine tezât ve kafası karışık şekilde (olduğunu zann ettiği!) can, mal, akıl, nesîl, dîn emniyeti’nin nedense yetmediğini söylemektedir.
Moderatörün “bankalarla çalışabilir mi müslümân? Fâizli kredi alabilir mi ? Sualine ise Sifil;
“Hayır. Türkiye ye dâru’l-harb diyemiyoruz ki. dâru’l-harb ise burada mü’minlerin birileri ile fiilen savaş halinde olması lazımdır.”
Moderatörün dirâyet göstererek “İlla kılıçla kalkanla değil. Her gün inancımıza hakâret ediliyor. Fi’ili olarak savaşıyorsun (bu dâru’l-harb demek değil midir?) “ suâline binâen Sifil diyor ki;
“Hayır. Dâru’l-küfür dersiniz o ayrı bir şey. Dâru’l harb dediğiniz zaman orada müslümânlarla savaş halinde olan bir gayr-ı müslîm kitle olacak ve savaş hukuku câri olacak.” demektedir!
Hal bû ki dediğine yine tezâd şekilde dârü’l harb mefhumu harb, kargaşa yeri demek olmayıp, Şer’i hukukun tatbîk sahâsı haricinde kalan belde ve ya ülkelerin tefrîki için kullanılan tâbirdir. Zirâ, 4 mezheb lisânında ve asârında, bu ülkeler bâzen; dâru’ş-şirk, dâru’l-küfr, dâru kahr, bilâdu’l-aduvv mefhumları ile de târif edilmiştir. Hakîkatte hepsi aynıdır!
Moderatör “o zaman hiç bir yer dâru’l-harb değil”
Sifil: “Dedim ya dâru’l-islâm olmayınca ortada bu kavram/mefhûmlar biraz ortada kalıyor” demektedir.
Sifilin bu son lakırdısı hepsinden bed-ter olup! Kazuistik bir yapıya mâlik olan İslâm hukûkunun üstte zapt ettiğim gibi cevâbı bu şekilde insicâmlı olmak ile kendisinin indi, usûlden bi-haber lakırdısı olan “ortada kalıyor” kavli ile zımnen “islâm hukûku buna cevâb veremedi” demiş olmaktadır.!
Kendisine husûsen sormak lazımdır ki; hazret’in islâm ahkâmından fehm edebildiği nedir? Bir kısım eksiklik dediği bu mefhûmlardan hârici kendisinin bulduğu mefhûm var mıdır? Yâ hud, 4 mezheb fukahâ’sının dünyayı dâru’l-islam ve dâru’l-harb diye tefrîk edip içini doldurduğu bu hükümlerin olduğu yerde kendisi 3. bir mefhûm bulabilmiş midir? ….
Netice olarak;
Bu gayr-i ciddi sözler, mevzu’ ile alâkalı memba’ eserlerin hiç birinde mevcûd olmayıp mes’ele dâhi edilmemiştir. Zâten Sifil’in dediği gibi olsa idi, 4 mezheb şu mes’ele de usûl kâidelerinin dışına çıkmış olurdu ki bu sadece hanefîler için değil sâir mezheblerin tamâmı için mevzu’ bahîs dahi edilemez!
Sifilîn, nihayetinde istinad-gâhı olmayan bir usûl (usûlsüzlük) ile, içi boş, netice i’tibariyle mes’ele halletmeyen, nihâyetinde mü’minleri zorda ve çıkmazda, en mühîmi insicâmsız ve dirâyetsiz bu sözleriyle husûsen Hanefîlerin temel sistematiğini teşkîl eden Dâru’l-İslâm” ve “Dâru’l-harb” ıstılahâtını tahrîf ve tahrîp etmek ile fonksiyonsuz bırakan bu lakırdıları, kendisinin hissi, politik ve kat’i surette gayr-ı ciddi tavırlarının neticesidir.
Kendi (hadîs) sahasında bile monografi (orjinal) bir eser te’lif edemeyen bir kimsenin, mütehassısı olmadığı bir saha da kendisine edilen bu nev’ suâlleri, ilm-i nâmus icâbı mütehassıslara yâ hud menba’ eserlere havâle etmeyip üstüne lakırdı etmesi ve cevâb verme gayreti esâsen menfî mânâda hayret edilmesi gereken ve günümüz entellektüel şahsiyyetlerinde içine düştüğü bir vaziyyettir!
Ayrıca Sifil, ehemmiyetsiz bu kavilleri sebebiyle büyük bir vebâle de dü-çâr olmuştur…!
İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr ale’d- Dürrü’l-Muhtâr, ( trc. Dâvûdoğlu, Ahmed – Taşkesenlioğlu, Mazhar – Savaş, Mehmed ) İstanbul, m. 1982-1988, Şâmil Yayın Evi.
Serahsî, Mebsût, ( trc. Hey’et ) 3. Tab’ı, İstanbul, m. 2016, Gümüşev Yayıncılık.
Şeyh Bedre’d-dîn [ Simâvî ] , Letâifu’l-İşârât Şerhi / et- Teshîl: Şerhu Letâifu’l-İşârât, ( trc. Hey’et ) Ankara, m. 2012, T. C.Kültür ve Turizm Bakanlığı.
Hey’et, Fetâvâ-yı Hindiyye / Fetâvâ-yı Alemgiriyye, ( trc. Efe, Mustafâ ) Ankara, m. 1984-1988, Akçağ Yayınları.
Merginanî, Burhânü’d-din Ebu’l-Hasan Ali bin Ebû Bekir, El-Hidâye Tercümesi: Hanefîler için İslâm Fıkhı sh.225 (trc.:Meylânî, Ahmed) İstanbul, m.2015, Kahraman Yayınları
ed-Debûsî, Ebu Zeyd, Te’sîsün- Nazar, (Trc. Koca, Ferhat) Mukayeseli İslâm Hukūk Düşüncesinin Temellendirmesi S.207, Ankara, 2009, Ankara Okulu Yayınları
Ebû Yûsûf, Kitâbü’l-Ḫarâc (Trc. Özek, Ali) İstanbul, m.1973 Sh: 232, Hisar Yayın Evi.
Ebû Yûsûf, er-Redd ‘Ala Siyeri’l Evzâi (Trc. Hey’et) İstanbul, m.2022, Dâru’l İslâm Yayın Evi.
Özel, Ahmed, İslâm Hukūku Milletler Arası Münâsebetler ve Ülke Kavramı, İstanbul, m. 1982, Mârifet Yayınları.
Mes’eleler: Darul harpte faiz caiz midir? Neresi Dârul islâmdır? Ve ya neresi dârul Harbdir? Cuma namazının hükmü ve bâzı mefhumlar, şahıslar üzerinden deliller ve vaziyyetler.
Siyer, fıkıh ıstılahâtı içerisinde devletler ‘umūmі ve husūsі hukūk esâslarını teşkil eden mühim bir kısımdır.
Şerі‘at-ı Muhammediyyede, İslâm nizâmına tābi‘ devletin zımmî teba‘aya, bu zımmî teba‘a ile müslimler arasındaki mu‘āmelāta, beyne’l-milel ticarete, müste’men hukūkundan İslâm devletinin sâir dâru’l-harb devletleri arasındaki münâsebete varıncaya kadar çok mühim bir sahayı teşkil eder.
Bu sebeble “Resûlu’llâh –Aleyhi’s-selâm–, ve sahābe-i kirâm hazerâtının mu‘āmelātı esâs alınarak, bu mevzu’lar dâru’l-harb – dâru’l-İslâm mefhûmu üzerinden daha ilk asırda kaleme alınmış olup son devir ‘ulemāya varıncaya kadar (ınkıta olmaksızın) işlenmiş, hattâ Ḥanefî ‘ameli mezhebinin temel sistematiğini teşkil etmiştir.
Zira cihâd, harb, sulh, mürted, kölelik, haraç, emvâl, ganîmet, cizye, emân ve fâiz başta olmak üzere hatta nikâh akdine varıncaya kadar mezhebin bu mes’elelere dair ahkâmında dâru’l-harb – dâru’l-İslâm taksîmi yapılmış, dahası bu mezhep ḳā‘idelerinin bütünü sayesinde ilk asırdan bugüne, mes’ele halleden, muhtevâ’ zenginliğine sahip bir literatür meydâna gelmiştir.
Fi’l-hakîka, esâsı devletler hukūku olması hasebiyle, dünyâda ilk defa şark vilâyetlerinin en müstesnâ âlimleri eliyle insicâmlı esâslara dayanan ve her devirde işlenen bu mevzu’lar, batıda ancak XVI. Asır ve sonrasında doğmaya başlamış, dahi onların literatürlerine de büyük te’sir etmiştir.
İş bu tercüme, cihād, harbi ,müs’temen, ribâ, ganîmet, mürted, esir, köle, hadler, cizye, hicret, emvâl gibi mevzu’ları iḥtivā eden ilk devir asâr arasında olup husûsen Evzâî ve Ebû Yusüf hazerâtının reddiye māhiyyettinde ictihādları cihetinden mühim bir yere sahiptir.
Evzâî, Ebû Hanîfeye ait, Hasan eş-Şeybâni’den gelen rivayetlere karşı reddiye maksadlı risâle kaleme almış, buna karşı Ebû Yusüf ise hocası İmâm Ebû Hanîfe’nin ictihādlarını mudāfa‘a sadedinde tercümesini yapdığımız “er-Reddü ‘alâ Siyeri Evzâî” adlı bu eseri hazırlamıştır. Ebû Yusüf, işlenen 35 mes’elenin tamâmına yakınında İmâm Ebû Hanîfeyi mudāfa‘a etmekde bazı kerre ise kendi görüşünü serdeylemektedir.
Eserin diğer bir orjinalliği ise Evzâî’ye aid bir siyerin varlığıdır.
Suâl: Şerîat-ı Muhammediyye’de, Hanefî ‘ameli mezhebine göre dâru’l-harbde fâizin câiz olmasının esbâb-ı mûcibesi nedir? Sâir mezheblerin “dâru’l-harbde de fasid akidli faizli muameleler İslâm hukûkuna mugayirdir.” lafzı sahih midir?
Cevâb: el-Fıkhu’l-islâmide Şeriâtı Muhammediyye ile idâre edilen bir memlekette ikâmet eden müslim veyahud zımmi olsun Şer’i devlet hududları dahili ve yahud harici her kimsenin canı ve malı masundur. Hukûki cihetten dokunulmazlığı olup dâru’l-islâm’ın himâyesi altındadır. Buna nazaran dâru’l-islâm hududları haricinde mukim harbinin (dâru’l-harb vatandaşı) mü’min dahi olsa canı ve malı (hukûken) masun olmayıp o kimseye İslâm devletinin bir va’di yoktur.
Buna nazaran Müslüman kimse dâru’l-harb devletinin sağladığı emân ile onların ülkelerine girdiği vakit can ve mallarına yalan, cebir ve hile ile dokunması kat’i surette haramdır.
Fakat mü’min bir kimsenin, dâru’l-harb hududları dahilinde harbi bir kimse ile yapdığı akidde yalan, cebir, hile olmaksızın neticede kârlı çıkması şartlarına binaen; onun rızasını sağlamak kaydı ile misal 1 lira verip 2 lira almak ile neticelenen bir sözleşme yapmasında hiç bir beis yoktur. Çünki bu kimse dâru’l-İslâmda vücûd bulan mâl emniyyeti harbilere şâmil olmadığından, harbinin bu mülkiyyetini ibaha/mübahlık yoluyla rızası dahilinde kendi mülkiyyetine geçirmiştir.
Sâir mezheblerin “dâru’l-harbde de fasid akidli faizli muameleler İslâm hukûkuna mugayirdir.” lafzına delil getirdiği ayet ve hadislerdeki kat’i nasslar ile bahsedilen haramlık ise faizin tahakkkuk ettiği her vaziyyete şamildir.
Halbuki Ebû Hanîfe’ye göre fâizin tahakkuk edebilmesi için fâiz akdi yapan 2 kişinin, en azından birinin malının masun olması lazımdır ki; masun olmayan mal sahibinin dâru’l-harbde yapdığı bu akidden faiz tahakkuk etsin!.
Netice i’tibariyle Hanefî ‘ameli mezhebine göre yapılan işlem nassların mutlak ifadeleriyle çatışmayacağından dolayısıyla islâm hukûkuna mugayir olduğu ileri sürülemez.
Ömer Fâruk Korkmaz’ın şahsi web sitesinde “Dâru’l-Harbte fā’izli Muameleler Câiz Midir?” {1] başlıklı yazısında;
“Soru: Daru’l-Harpte yaşayan bir Müslümanın orada yaşayan gayr-i Müslimlerle fā’izli muameleler yapabileceği öne sürülüyor. Bu doğru mudur? Doğruysa bir takım şartları var mıdır? Ayrıca bu görüşün doğru olması durumunda bu günkü gayr-i müslim bankalarla yapılan fā’izli muameleler bu kapsama girmez mi? Açıklamanızı bekliyorum.” şeklinde kendisine edilen suâle cevâben;
“Bu mevzuyu iyi kavrayabilmek adına fā’izin genel [umûmi] anlamda [manada] tahakkuk edebilmesi için öne sürülen şartlara bir göz atmanın faydalı olacağı kanaatindeyim:” deyip,
2. Maddede ; “[…] Buna göre bir Müslüman dâru’l-harbe gitse ve orada Müslüman olup da bize hiç hicret etmemiş olan birisiyle bir dirheme iki dirhem şeklinde bir muamele yahut da İslam diyarında fasit sayılacak bir muâmele yapacak olsa Ebû Hanîfe’ye göre bu caiz olacaktır.” Demektedir.
Zira Ebû Hanîfeye göre, dâru’l-İslâm ve ya dâru’l-harbde ribâ’nın tahakkuk ettiği her nev’ fâsid akid câiz olmayıp, kat’i surette haramdır.
Korkmaz “Ayrıca dâru’l-harpte fā’iz olmayacağını savunanlar bu konuyla ilgili iki mühim noktadan hareket etmektedirler:”
deyip Hanefî ‘Ameli mezhebinin istinadgâhı sadece 2 delîli serdeylemiştir. Halbuki Hanefî ‘Ameli mezhebinin delilleri bunlarla kayıtlı olmayıp fâsid akidlerin dâru’l-harb beldesinde şartlar yerine geldiği takdir de yapılabileceği malum olmakla Hanefîler bu mes’elenin bir kaç delilini inkiṭā olmaksızın asârında beyan eder.
Bunlardan biri, Rasūlullâhﷺ efendimizin, Rukâne ile güreş tutma hadisesidir. Mekke de geçen vak’a da, Rukâne kendisine güreş teklif etmiş, yenilmesi halinde koyunlarından 3 de 1 vermeyi teahhüd etmiş olup Rasūlullâhﷺ ise bunu tereddütsüz kabul etmiştir. Rukane nin her mağlûp oluşunda iddia bahsi olan koyun sayısını arttırması neticesinde Rasūlullâh ﷺ hepsine malik olmuştur. Sonra Rasūlullâh ﷺ koyunların hepsini teberrüken geri vermiştir. {2]
Diğer delîl ise Benu Nadir yahudileri ile yapılan savaş akabinde yurtlarını terketmeleri emredilince Müslümanlar da vadesi gelmemiş alacakları olduğundan Rasūlullâhﷺ, “Hemen almak isterseniz parayı indiriniz ve alınız” buyurmak ile dâru’l- İslâm da caiz olmayan bu nev’ muamelenin Rasūlullâhﷺ efendimizin bizzat tatbiki ile ehl-i harb arasında caiz oluşudur. {3}
Delillerden biride Bedir harbinde, başka bir rivayette bilā-istiѕnā bütün mezheb imamlarına göre dâru’l-harb olan Mekke fethedilmeden evvel Hayber de Müslüman olan İbn-i Abbâs’ın -Radıyâllahu Anh- Mekke’ye döndükten sonra fā’izli muamelelere devam etmesidir. Halbuki fā’izi yasaklayan ayet {4} Mekke fethedilmeden inmiş ve bu ayet câri iken dahi İbn-i Abbâs Mekke de fā’izli muâmeleler yapmaya devam etmiştir. {5}Rasūlullâhﷺ efendimiz ise İbn-i Abbâs’ı, bu nev’ muameleleri hususunda menetmemiştir. Ta ki veda hutbesine kadar.
Veda hutbesinde Rasūlullâh’ınﷺ “Cahiliyye ribâsı kaldırılmıştır” sözü, o zamana değin Mekke de fā’izin kâim olduğunu gösterir!
Ayrıca Korkmaz, kendisininde bahsettiği sâir delillerden biri olan er-Rûm suresin inzâli akabinde Mekke müşrikleri ile hazreti Ebû Bekir efendimiz arasındaki iddia hâdidesini iktibâs ettikten sonra;
“Mezkûr kıssanın güncel bir yansıması olarak gayr-i Müslimlerin diyarında yaşayan bir Müslümânın onların bankalarına koyduğu parasının üzerine terettüp eden ziyadeden istifadesi Ebû Hanîfe ve İmâm Muhammed’i taklit etmesi tarikiyle caiz gözükmektedir.” demektedir.
Lakin bu hükme muhâlif usulsüz netice-i kelâmında ise;
“Dâru’l-harpte fā’izli muamelenin caiz olmasını hikmet-i teşrii açısından da incelediğimizde bu akdin meşruiyetinin temel sebebinin Müslümanın gayr-i müslimle yaptığı muâmelede kârlı çıkması olduğunu kabul edecek olursak, ecnebi memleketlerde yaşayan kişilerin bu günkü gayr-i müslîm bankalarla gerçekleştireceği fâizli muâmelenin bu kapsama girmeyeceği açık bir şekilde gözükmekte…” Demektedir.
Korkmaz’ın ve sâir avâm’ın hocalarınında esâsında demek istediği; bankalar vasıtası ile alınan fā’iz akdinde asıl kazananın bankalar olduğu ve bu bankalarda müslümân kimselerinde hesabı bulunduğu, yapılan fā’izli işlem neticesinde “alınan fazlalığın câiz olması için onların zararda, fazlalığı alanında tamâmiyle kârda olması” gerektiği gibi fā’izli muamelenin tabiatına ve mantığına muhalif bir batıl görüştür!
Fi’l-hakîka, harbî statüsünde olan bir şahıs ve ya 1 harbi müessesesi ile yapılan fā’iz akdinde, fertlerden biri kazançlı çıkabildiği gibi bazen her 2 tarafda bu akidden kârlı çıkabilir. Yani Hanefî ‘Ameli mezhebine göre yapılan fâiz akdinde ‘aḳid yapılan harbî’nin ve ya fâiz akdi yapan müessese sahibinin rızası dahilinde, kat’i surette cebir, hile ve yalan olmaksızın! Ve akdi yapan müslümânın bu alış verişten kat’i sûrette kazançlı çıkması şartları esas olup, karşı tarafın kârı ve ya zarârının gözetilmesi ve ya orada başka müslimlerinde meblağı olması mevzu’-ı bahis dahi değildir!
Mes’ele onların dediği gibi sadece ” hikmet-i teşri’ karlı çıkması ” ile alakası olmayıp, akdin caizliği, kendisininde fā’izin tahakkuku ile alakalı “5 şarttan 2 si” diye bahsettiği [Ama fehmedemediği] hukūki statüsünden sebeb dâru’l-harbdeki malların mübahlığı ile alakalıdır.
Ayrıca Ömer Fâruk Korkmaz’ın “Dâru’l-harb nedir?”{6} mes’elesine dâir 1 videosunda,
“İmâm-ı âzam’a göre dârul harb, bir devlette şayet Allâh’ın hükümleri icrâ edilmiyorsa orası dâru’l-harbdir şeklinde bir tarif var. Fakat tercih edilen görüş bu değil. Buna 2 ziyade yapılarak bu şekilde izah edilmiştir. İmâmeynin görüşüdür buda. Bu şekilde olmasıyla birlikte yani kendinde Allâh’ın hükümlerinin icra edilmemesiyle, aynı şekilde hiç bir islâmi simgenin sembolün olmadığı, müslümân devlet komşusunun bulunmadığı bu 3 şarta hâiz olan devlete biz dâru’l-harb diyoruz. ” demektedir.
İmâm-ı âzam Ebû Hanîfe’ye -rahmetullâhi Aleyh- göre şu üç şartın ayni zamân zarfında vücûd bulması ile dâru’l-İslâm olan bir yer tekrardan dâru’l-harb olur.
-1 O beldede yalnız küfür ahkâmının icrâ edilmesi, -2 Orada ilk emânları üzere bir Müslümân veya zımmînin kalmaması, -3 O beldenin dâr’ul-harbe bitişik olması. {7}
Şeklinde olup, şartlar içerisinde herhangi bir simge/sembol ve ya buna işâret eden şaz lakırdı olmadığı gibi, “müslümân devlet komşusunun bulunmadığı” sözü batıl olup diğer şartlar ile birlikte sadece 1 dâr’ul-küfür ülkesine dahi bitişik olması kâfidir.
Ayrıca, Hanefî ‘Amelî Mezhebinden İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed’e göre -Rahmetullahi Teâla ve aleyhim ecmain- bir belde ancak “İslâm hukûkunun icrâsı” ile dâr’ul-İslâm, buna kıyasla yine tek bir şart olan “küfür ahkâmının mezkur beldede icrâsı iledâru’l-harbetehâvvül eder” şeklindeki insicamlı ictihâdı, Korkmaz’ın dediğinin tamm zıddı istikamette Hanefî ve sâir mezheb sâhibleri nazârında tercih edilen görüştür.
Husûsen, Korkmaz’ın ve sâir avâmın hocalarının İslâmi simge/sembolden maksat bir beldede câmilerin bulunması, cum’a için toplanılması ve ya ezânların okunması, müslümân isimleri veriliyor olması o beldeyi dâru’l-İslâm kılar gibi içi boş, netice i’tibariyle mes’ele halletmeyen, nihâyetinde mü’minleri zorda, en mühimi insicamsız bu tavırları ile Hanefîlerin temel sistematiğini oluşturan Dâru’l-İslâm” ve “Dâru’l-harb” ıstılahâtını fonksiyonsuz bırakan bu ve benzer lakırdıları, mes’eleye yaklaşırken hiç bir usûl gözetmediklerine, başkalarından sadece ezber ile mevzuyu fehmetme azmi içinde olmayıp ciddi bir şekilde mes’eleye yaklaşma gayreti içinde dahi olmadıklarına alâmet olup Hanefîlerin üzerine fıkıh binâ ettiği şu mes’eleyi politik ve hissi tavırlarının neticesinde tahrip etmeleri ile büyük bir vebâlede düçar olmuşlardır.
{7} Hey’et, Fetâvâ-yi Hindiyye, (Trc. Efe, Mustafa) Ankara, Akçağ Yay. C.4, s.249;
İbn-i Âbidin,Reddü’l- muhtar (trc.Davud-oğlu, Ahmed ) İstanbul, Şamil Yayın Evi, c.8, s. 448; Serahsi, Mebsut, ( trc. Hey’et ) İstanbul, Gümüş Ev Yayıncılık, c. 10, s. 212.
Hayre’d-dîn Karaman’ın; “Muaviye’ye dil uzatma, mezhepsizlik, Hz. İsa ve Mehdî’nin gelmesini inkâr”{1}
İsimli yazısında,
“Ehl-i Sünnet kaynaklarında Muaviye’ye zalim, bâğî (meşru devlet başkanına isyan eden) ve fâsık diyen Sünni âlimler vardır. Ben ise yalnızca şunu söyledim: “Muâviye’yi sevmem, ama ona sövmem”.
Demekte olup, sevmemesine bahâne sadedinde kendisine kılavuz addettiği hadîs-i şerifi şerhsiz şekilde alarak sanki bu söz Hazreti Muâviye’den bahsediyor zann-ı batılı ile ;
“Kıyamet gününde ashabımdan bir cemaat yanıma gelmek isteyecek, fakat havuzumdan uzak tutulacaklar. ‘Ey Rabbim! Bunlar benim ashabım!’ diyeceğim. Şöyle buyuracak: ‘Onların senden sonra (dinde) neler icat ettiklerini bilmiyorsun. Onlar gerisin geri dinden döndüler.” (Buharî, Rikak,53; Müslim, Fezail, 27) rivâyetini indi lakırdısına delil getiriyor.
Fil hakika, tüm hadîs şerhlerinde “ashab”dan maksat, umûmi mânâsı ile Rasûlullâh efendimizin -Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm- hayatta iken imân eden bütün insanlar olup, husûsi mânâ i’tibariyle bahis mevzu’u, Rasûlullâh efendimizin âhirete irtihâli akabinde irtidâd eden münafıklardır.
Zira, Hazret! Herhalde işine gelmediği için bunu görmemiş! Olacak ki yine aynı babda Buhâri ve Müslîm’de bu sözün şerhi mahiyetinde;
“Kıyamet gününde havuz başında sizden yanıma gelenleri bekleyeceğim. Ancak bazı kimseler bana gelmekten alıkonulacaktır.” Ben; “Ey Rabbim! Bunlar bendendir, benim ümmetimdendir.” diyeceğim. (o zaman melekler tarafından) “Onların senden sonra neler yaptıklarını biliyor musun? Vallahi onlar gerisin geriye (eski küfürlerine) döndüler” denilecektir.”(Buharî, Rikak,53; Müslim, Fezail,28) Hadîs-i şerifi’de bulunmaktadır.
İmdi, Hazreti Muâviye efendimizde sahabenin büyüklerinden olmak ile Karaman’ın zikrettiği hadîs-i şerifdeki (uzulsüz) mânâ çıksa idi, ashab hakkında; onların takvâsından, adâletinden, Allâh yolunda infak ve canlarını Allâh için fedâ edişinden bahis eden âyet-i kerimeler ve faziletlerinden bahseden sâir hadîs-i şerifler ile hem tenakuz hali hasıl olur hem de ne‘ūẕu-billâh her biri hayır üzere bulunan bu mübârek zatlar hakkında kötü konuşma yolu açılmış olurdu.
Karaman’ın Hazreti Muaviye’yi -radıyallâhu anh- yermek maksadıyla bu hadîs-i şerifi seçerek alması sadece usulsüzlük, mesnetsizlik ve ya ciddiyetsizlik ile geçiştirilecek bir mesêle değil, bu tamm mânâsı ile hazreti Muâviye Efendimize düşmanlığının bir delîlidir. Bu sebeble “ama ona sövmem” lakırdısı safsatadan ibarettir.
Yine Karaman yazısının devamında Ehl-i Sünnetin ittifâk ettiği “Hazreti Mehdi’nin kıyamete yakın gelmesi” ve “Hazreti Îsa’nın – aleyhisselâm- tekrar inmesi” mevzuu hakkındaki hadîs-i şeriflerin “Kur’an’da olmadığı,yoruma tabi olduğunu” üzerinde durulmaması gibi lakırdılar serdeyleyerek yine acınacak bir vaziyyet içinde usulsüzlüğe düçar olmuş.
Zira; hazret! İktibas ettiğim yazının ilk paragrafında; Hazreti Muâviye’yi sevmemesine delîlmiş gibi hem “Ehl-i Sünnet kaynaklarında Muaviye’ye zalim, bâğî ve fâsık diyen Sünni âlimler vardır.” diyor hemde Hazreti Mehdi’nin zuhûru ve Hazreti Îsa’nın -aleyhisselâm- inmesi mes’elesinde Sünnî ulemâ’nın ittifâkına rağmen “Bunlar Kur’an’da yoktur, yoruma tabidir” gibi gayr-i ilmi lakırdılar edebiliyor.
Hülâsa edecek olur isek, Hayre’d-dîn Karaman işine geldiği zaman taklîd icâbı sünnî âlimlerin görüşlerine, işine gelmediği vakit “yoruma tabi” lakırdıları edebilen gayr-ı samîmî bir tıynete sahibtir!
“Dâru’l-harb fıkhı yani “dâr” fıkhı efendimizden 150 sene sonra ortaya çıkmış bir fıkıhtır. Yani bunu ne Efendimiz, ne Saḥābe koymuştur. Bu sonradan ortaya çıkmış bir fıkıhtır. Bu fıkhı ortaya çıkaran bu kavramları [mefhūmları] koyan insanların yaşadığı çağda [devirde] ortaya çıkmıştır. Onların şartlarında ortaya çıkmış…” diyor.
Hal bu ki Hâlid bin el-Velîd’in -Raḍiyallāhu ‘anh- “Hîre“ halkına verdiği meşhūr sulhnâmesindeki “daru’l-islâm” tabirleri {2} Rasulullâh Efendimizin -Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm-
“Daru’l-harpte Harbi ile Müslüman arasında faiz yoktur” {3}
“Daru’l-harbte hadler tatbik edilmez” {4}
“Dar-ı İslâm ve içindekilerin hepsi masundur, malları ise haramdır. Dâr-ı şirk ve içindekilerin hepsi mübahtır.” {5}
-hadîs-i şerifleri, cumhûr ‘ulemā nazarında dâru’l-harb [islâm hukūkunun câri olmadığı belde] olan Mekke’den, dâru’l-islâm [islâm hukūkunun câri olduğu yer ] olan Medîne’ye hicret eden mü’min hanımların, geride bırakdığı sâbık kocalarının artık onlara halâl olamayacağına {6} dâir “dâr” tefrikine işaret eden āyet-i kerîme, saḥābe-i kirâm hazerâtının dâru’n-nedve’ye mukâbil 1 cemiyyet teşkil ettikleri Erkam bin Ebü’l Erkam’ın -Radıyallâhu anh- evine dâru’l-islâm demeleri, nice siyer ve hadîs asârında “dar” ihtiva eden kaviller ve tatbîkleri ile bu mefhūmların daha ilk asırda vücüda geldiği ve başta Hanefîler olmak izere sâir mezheplerin bu kavil ve hādiѕelerin mu’cibince usûl üzere hükümler teşkil ettiği müsellem olup “efendimizden 150 sene sonra ortaya çıkmış” lakırdısı tamâmen bâtıl ve safsatadan ibârettir.
Muṣṭafā İslâmoğlu videosunun devâmında …
“[…] Bu günün dünyasını іzāḥ etmekde bu kavramsallaştırma [mefhūm] işlevsizdir. Yeni bir “dâr” fıkhı lazımdır. Onun için ben “Dâru’l-meçhul” diyorum mesela. Almanya’ya dâru’l-harb mi diyeceksiniz. Olur mu ? Bu öyle ağır sorumluluklar [mesûliyyet] getirir ki arkasından. Çünkü dâru’l-harb de yaşamak haramdır. Meşru bir mâzeretiniz yoksa, orada kazanmak haramdır. Ele geçirdiğiniz her malı ganimet sayın. Dahası da var söylemeyeyim şimdi ayıp olur!” demektedir.
‘Ameli 4 hak mezheb sâhiblerinin hukūkі statüsüne bakarak ülkelerin dâru’l- İslâm ve dâru’l- harb şeklinde tefrik eylemeleri, bi’l-hāssa Hanefî usûlünün bu 2 mefhūm üzerine bina edilmiş olması ve müteahhirînden olan mütehassıs hukūkçuların {7} inkıtâ olmaksızın inkişâf ettirerek aynı hükümleri beyan etmelerine binâen, kendisinin sadece laf olsun diye bulduğu! “Dâru’l-meçhul” tabirininde içini doldurmasını, her kelamı Şeriâtın hükümlerinden 1 asla dayanan husûsen hanefî ‘ulemāsı karşısına muhkem delil ile çıkmasını, yani meçhul tabiri üzerine edebiliyor ise! fıkıh teşkil etmesini istemekte ayıp olmasa gerek!
Hazret ayrıca! şu mühim mes’eleyi zerre mikdârı tetebbu etmediği ve ya manâları fehmetme azmi göstermeksizin gayr-ı ciddi cevab verme vaziyyeti içinde “Dâru’l-harb” mefhūmunu sadece “fiili harb sahâsı” zann etmektedir.
Halbuki, Hanefî , Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî ‘ameli mezheb imâmlarının ve mezheb içi müctehid ve ya mütehassıs hukūkçusu olup bu mevzū‘da kelâm eden hiç bir âlim’in asârında bu tâbirin temelde îzahı bu şekilde olmamıştır. İslâm hukūkçuları, bazı ülkelere dâru’ş-şirk, dâru’l-küfr, dâru’l-kahr, bilâdu’l-aduvv gibi verdiği bu ve benzer sıfatlar, hakikatte İslâm hukūkunun tatbîk sahâsını, hukūki statüsünü tefrіḳ maksadı ile koydukları mefhūmlardır.
Ayrıca, bir kimsenin İslâm devletinin teba‘ası olmakla mâzereti olmaksızın dârul-harbe intikâli harām, İslâm-Oğlu’nun dediğinin tam tersi oraya intikâli haram olmakla birlikte oradaki meşru kazancı ḥalāl, o beldenin hukūkuna ri‘āyet etmesi farz, haksız yere mal edinmesi ve onun dilimin varmaz dediği iş [hür bir kimseyi cariye edinmek] kat’i sūrette haramdır.
Muṣṭafā İslâm-Oğlu 2. videosunda {8}
“Müste’men, dâru’l-ridde bu dar kavramları [mefhūmları] ne kadar bize ait. Bu kavramlar ilk ne zaman kullanılmaya başlandı? ilk ne zaman kondu? […] Bizim dediğimiz klasik kavramlarımız ne kadar bizim? Yani eski olması bizim mi kılıyor ? Bizim olması için ölçü ne o zaman? Kültürümüzün içinde olması bizim mi kılıyor onu ? Hayır bana göre bizim kılmıyor. “Atalarımızı biz bu yolda bulduk” (15) diyen müşriklerden değilsek eğer, o zihinle bakılmıyorsak bu dâr kavramlarıyla hadi bu günü izah edin”
Demek ile esasında, bir nev’ kendi usûlünü [hakîkatte usûlsüzlük] aşikar edip, anlayamadığı bu mevzu’da bahis mevzuu ettiği mefhūmların geçdiği tüm asârın zımnen çöpe atılması gerektiği lakırdısını ediyor. Halbu ki tas tamām bizim olan, hatta ondan öte ḥālā daha aşılamamış, ibṭāl edilememiş ve üstüne bir doktrin inşa edilememiş olan bu mefhūmlar, sadece bu günü değil, kıyâmete kadar her zaman ve mahalde her bir ülkenin fıkhi statüsünü hem izâh ediyor hem de tatbîkini bilā-istiѕnā mümkin kılıyor!
Ayrıca hazret! müşrik kimseler için inen “Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun.” dendiği vakit de: “Yok, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.” dediler. Ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu seçemez idiyseler de mi onlara uyacaklar?”{9}meâlindeki âyet-i kerîmeyi serdeylemek ile meẕkūr mes’ele arasında akla ziyân çarpık bir bağ kuruyor!
Fî’l-hakîka “dâr” mefhūmlarının menba’ı, üstte zapt ettiğim üzere hem fiili tatbîkleri hem de bu mevzu’ hakkındaki mübârek kavilleri ile bizzat Resūlullâh -Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm- efendimizdir.
Yine islâm-Oğlu saçmalamağa devâm ederek;
[…] Esasen konustuğumuz konu [mevzû] dinin sabitelerinden değil ki… […] Zamânın rūhu bize güzel şeyler getiriyorsa neden karşı çıkalım buna? Niye yobaz olalım. Niye efendim dünü kutsayalım? Kur’an bize öğrettiği zihniyet dünyasında geçmişi sırf geçmiş olduğundan dolayı kutsamak var mı ? Böyle bir zihniyete Kur’an cahiliyye diyor”
İslâmoğlu’nun, müctehid imâmların dirâyet gösterip üstüne fıkıh inşa ettiği, zamanında ötesinde mefhūmlar ve uzantısı i’tibariyle furū‘ husûslar ihtiva eden şu mevzu’lar ile dinin sabiteleri [İmân edilmesi zaruri esaslar] arasında bir bağ kurması, üstüne şu mes’ele üzerine hiç bir şey inşā edemeyip dün koyulan [ama mes’ele hall eden esasları] yobazlıkla ithāmı mevzu hakkındaki serdeyledikleri bilgisizliğinin neticesi olmakla ḫurāfeden ibarettir. Zira, “daru’l-meçhul” ifâdesi başlı başına cahillik, üzerine ettiği kelamların altı boş olmakla usûlsüzlük ve mesnetsiz bir lakırdıdan ibaret olmakla tamm bir yobazlık numunesidir.
Yine İslâm-Oğlu;
“[…] Mesela Ebû Yūsuf’un Siyeru’l-kebîri devletler ḥuḳūḳudur. Gerçekten de [eseri] dev bir devletler ḥuḳūḳudur. […] Ama Ebû Yūsuf’un yazdığı Siyeru’l-kebîr devletler ḥuḳūḳunun hepsinin bize ait olduğunu kim söyledi? Yani bu eskiyi kutsamak nereden geliyor ? Yani o günün dünyasında devlet sistemleri oydu öyle çalışıyordu.” diyor.
Hazret! sürç-i lisân etmiş olacak ki Ebû Yūsuf’un Siyerü’l-kebîr isminde bir eseri olmayıp, mezkur bu dev eser Muhammed ibn Hasen eş-Şeybânî’ye aiddir. Hanefî literatüründe “Devletler Umūmі ve Husûsі Hukūḳu” adına ilk yazılı Şâh-Eser olmak ve husûsen tatbіkātı münkin olmak ile tas tamâm bize aittir.
Yine İslâmoğlu; tezat teşkil edecek şekilde;
“[…] Kuranda dirhem ve dinar geçiyor. Dinar kimin parası? Bizansın parası . Yani arabın parası felan değil. O parayı basan bizans imparatoru. […] Mesela Hazreti Ömer divân sistemini getiriyor. Sadece Divanı değil, maaş sistemi hesaplaması İrandan alınıyor. […] Allah Rasulunun yapdığı anlaşmaları okuyalım. Bugün Hamidullahın siyasi vesikalar kitabında halifelerin yapdığı anlaşmaları okuyalım. […] Aslında güzel şeyleri bakıyorsunuz hemen almışlar. Nerede olursa olsun içeri taşımışlar.”
demek ile Hanefî literatürünün esâsını teşkil eden asârın ve ihtivā’ ettiği mefhūmların dünü kutsamak olduğunu bundan sebeb almamamız gerektiğini müdafaa ederken, üstteki lakırdısı ile Rasulullah’ın -aleyhisselâm- ve Sahabe-i kirâm’ın -rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn- güzel gördüğü şeyi aldığını ifade etmesi tamm bir tezat teşkil eden lakırdıdır.
Zira hazretin! [var ise!] kendi usûlü üzere Hazreti Ömer -radiyallāhu ‘anh – efendimizin perslere aid Divân sistemini aynen almasını da çirkin görmesi icâb ederdi.
Netice i’tibariyle; bir ülkenin fıkhî statüsünün tâyîni mes’elesinde sahîh olan esbâb-ı mûcibe; ülkenin şerîat-ı Muhammediyye ile idâre edilmesi veyâhūd edilmemesi olması hasebiyle hîçbir ülke, dâru’l-İslâmın veyâhūd dâru’l-harbin şümûlü hâricinde kalamaz.
(Karganın seste ve edâda kekliği taklid edişi, kekliği güldürdü. Zira karga, kekliği taḳlіd etmekten yürümeyi de unuttu!)
Hazret! keşke kör taklitçisi olduğu, usûlden ve rikkatten mahrûm benzer lakırdıları eden ve eserini tercüme ettiği yahudi müsteşrik Goldziher’i değilde, eserinin ne olduğunu dahi bilemediği Ebû Yūsuf’un Kitâbü’l-ḫarāc isimli Şâh-Eserindeki mes’elelere baksaydı! Belki bu “meçhul” vaziyyete düçar olmaz idi!
NOT: Her ne kadar Kur’ân ve Sünnet hakkında “uydurulmuş” indî lakırdılar eden, nice mesnetsiz, ciddiyetsiz, sathî kavîlleri olan birinden usûl beklemek, usülden bî-haber birine menb’a göstermek ‘âdet olmasa da, esâsı i’tibariyle iş bu reddiyenin takdîri ilm-i alt yapı sâhibi ve ona tâlib akl-ı selîm kimselerdir.
– Merginanî, Burhânü’d-din Ebu’l-Hasan Ali bin Ebû Bekir, El-Hidâye Tercümesi: Hanefîler için İslâm Fıkhı sh.225 (trc.:Meylânî, Ahmed) İstanbul, m.2015, Kahraman Yayınları
{5} el-Mâverdî, Ebü’l-Hasen Habîb, el-Ahkâmü’s-sultâniyye: İslâm’da Devlet ve Hilâfet Hukūku sh.130 (trc.: Şafak, Alî) İstanbul, m. 1976, Bedir Yayın Evi.
{6} el-Mümtehine/60-10
{7} ed-Debûsî, Ebu Zeyd, Te’sîsün- Nazar, (Trc. Koca, Ferhat) Mukayeseli İslâm Hukūk Düşüncesinin Temellendirmesi S.207, Ankara, 2009, Ankara Okulu Yayınları
{8} https://www.youtube.com/watch?v=Tq-03FHSiNc
BİBLİYOGRAFYA
Hey’et, Fetâvâ-yı Hindiyye / Fetâvâ-yı Alemgiriyye, ( trc. Efe, Mustafâ ) Ankara, m. 1984-1988, Akçağ Yayınları.
İbn Âbidîn, Muhammed Emîn, Reddü’l-muhtâr ale’d-Dürrü’l-muhtâr, (trc.: Dâvûdoğlu, Ahmed-Savaş, Mehmed-Taşkesenlioğlu, Mazhar) İstanbul, m. 1982-1988, Şâmil Yayın Evi.
er-Râzî, Fahre’d-dîn, Tefsîr-i kebîr/Mefâtîhu’l-gayb, (trc.: Hey’et) Ankara, m.1988-1995, Ak Çağ Basın-Yayın-Pazarlama.
Özel, Ahmed, İslâm Hukūku Milletler Arası Münâsebetler ve Ülke Kavramı, İstanbul, m. 1982, Mârifet Yayınları.
İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid ve nihâyetü’l-müktesid: Mezhebler Arası Mukâyeseli İslâm Hukūku, (trc.: Meylânî, Ahmed) İstanbul, m. 2015, Ensar Neşriyyât/Ensar Vakfı.
Simâvî, Bedre’d-dîn, Letâifu’l-işârât), (trc.: Hey’et) Ankara, m. 2012, T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı.
a. mlf., Yargılama Usūlüne Dâir (Câmiu’l-Füsûleyn), (trc.: Hey’et) Ankara, m. 2012, T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı.
Bir ülke, hiç bir vakit Hukūk-ı İslâmiyye ile müşerref olamamış veya müşerref olduktan sonra nauzübillah sonradan Dîn ve namus düşmanı bedbahtlar eliyle bu ḥuḳūḳ-ı Şerif ibtâl edilmiş, yerine seküler bir nizâmat kâim edilmiş ise mezkûr belde o vakit i’tibariyle dâru’l harb (dâru’l küfür) hükmünü, sâkinleride harbî (dâru’l harb vatandaşı) vasfını alır.
Artık bu ülke hudutlarında, akid yapılan harbî’nin rızası dahilinde, kat’i surette cebir, hile ve yalan olmaksızın! Ve akdi yapan müslümânın bu alış-verişten kazançlı çıkması şartıyla yapılan her türlü fâizli muamele ile harbînin malını almak Hanefî mezhebine göre câiz olur.
Şayet, fâiz muâmelesi yapılan kimse mü’min harbî (dâru’l harb vatandaşı müslüman) ise alınan fâiz, tenzîhen mekrūh ‘tur.
Cevâb: Dârü’l-Harb, lügâvi mânâsı “Harb ülkesi” demek olup, ıstılâh da Şarî Teâla’nın hükümlerinin câri olmadığı veya sonradan iptal edilip esas kabul edilmediği yani temeli seküler hukuk’dan mürekkeb ülke demektir. Buna kıyâsen Şerî hukukun esas addedildiği yerler dârü’l İslâm’dır.
Dârü’l harb mefhumu harb, kargaşa yeri demek olmayıp, Şer’i hukukun tatbik sahası haricinde kalan belde ve ya ülkelerin tefrîki için kullanılan tâbirdir. Zirâ, İslâm hukukçularının ekser asârında, bu ülkeler bâzen;
dâru’ş-şirk
dâru’l-küfr
dâru kahr
bilâdu’l-aduvv
mefhumları ile de târif edilmiştir. Hakîkatte hepsi aynıdır.
Binâenaleyh, İslâm hukuk sisteminin esas kabul edilmediği her ülke dâru’l harb hükmündedir. Dahi nüfusun ekseriyyâtı mü’min ve dahi İslâm hukuk sistemi ile tetâbuk eden hükümleri olsa da!